Başbuğ’un Milliyetçilik Anlayışı

1- Türk Adı ve Kavramı

Türk milleti tarihin en eski milletlerinden birisidir. Bu milletin adı olan “Türk” sözü ise eski çağlardan bu yana kullanılmaktadır. O dönemlerde atalarımızın “yazılı belge” bırakma geleneği bulunmadığı için. Türkler hakkındaki ilk bilgiler Çın kaynaklarında yer almaktadır. Bu konudaki eski belgeler, Çin hükümdar yıllıklarında bulunmaktadır. Buna göre, belgelere dayanan tarihi kaynaklar ilk Türk devletinin Büyük Hun İmparatorluğu olduğunu göstermektedir. Bu da M.Ö. 209 tarihidir. Büyük Hun Devleti gibi dönemin eşsiz teşkilatlarından birisini hazırlayan bir kültürün, bir medeniyetin olması tabiidir. Bunun yanı sıra, daha önceki çağlarda varlığı bilinen Sakalar veya İskitler’in, Türklerin kurduğu ilk devletlerden biri olduğu yolunda bazı ılım adamlarının görüşleri de mevcuttur. Ancak bunlar hakkında belgelere dayalı bilgi bulunmamaktadır.

Türklerin anayurdu olarak Türkistan’ın kuzey bölgelerindeki Altay Dağları ile Orhun Irmağı’nın mecrası ve kıyıları gösterilmektedir. Fakat daha sonra Hazar Gölü ile Çin seddi’nin batısında bulunan çöle kadar yayılan Türkler, bugün tarihçilerin Ortaasya veya Türkistan dedikleri bölgeleri vatan yapmışlardır.

Bilinen tarihi seyir sonucunda Türkler bu vatana, Balkanlar, Anadolu, Karadeniz’in kuzeyi. Ortadoğu’nun bir bölümü, Kafkasya ve Sibirya’nın güney bölgelerini de katmışlardır. Türk adı ve kavramı; tertemiz bir saflığın, doğruluğun, iyiliğin, yüksek ahlakın, bilgi ve aklın, bilime ve bilim adamına saygının, gücün, kuvvetin, disiplinin ve bütün bunların tabii bir sonucu olan teşkilatçılığın tarifi olmuştur.

2- Millet ve Milliyetçilik:

Ernest Renan’ın 1890’larda yaptığı tarife göre, millet; “ortak geçmişi olan ve birlikte yaşama arzusu gösteren insan topluluğudur.” Renan’ın bu tarifi, dünyadaki bilim adamlarınca en kısa ve özlü tanım olarak kabul görmüştür.
Milliyetçilik ise. kısa, basit ve öz olarak, “ferdin mensubiyet duyduğu kendi milletine ve onun değerler manzumesine, aşkla, imanla bağlanması ve bu değerleri yüceltmek için çaba göstermesi” şeklinde özetlenebilir. Burada milliyetçiliğin özelliklerini de kısaca belirtmekte fayda umuyoruz.

a- Milliyetçilik, akılcıdır. Mantığa, adalete ve sosyal dayanışmaya özel bir önem veren fikir sistemidir.

b- İdealizmi ve insanlığın mutluluğunu esas alan bir iyimserliğe sahiptir.

c- Sosyolojik ve psikolojik esaslara dayanır. Dolayısıyla insanlarda kan aranmaz, ruh ve imana önem verilir.

d-Halkın hür iradesinin hakim olmasını arzu eder. Kendi milletinin yanı sıra, diğer milletlerin de hür olarak yaşamasını benimser. Köleliği reddeder, sömürü ve emperyalizme şiddetle karşıdır ve en önemli özelliklerinden birisi de demokrat oluşudur.

e- Bütün milletlerin yaratılış ve istidatlar yönünden eşit olduğuna inanır. Üstün millet-aşağı millet faraziyelerini kesinlikle reddeder.

f- Milliyetçilik, şuura, bilgiye, ilme dayanır. Başta kendi milleti tarafından vücuda getirilen medeniyet olmak üzere bütün medeniyetlere saygı duyar.

g- Milliyetçilik, sahip bulunduğu bu özelliklerin ancak demokratik düzende gelişip serpileceğine inanır.

3- Milli Hakimiyet

20. yüzyıl başlarında Türk Amme Hukuku’na giren önemli yeniliklerden birisi de milli hakimiyet kavramıdır. Bu kavram, millet tarafından devlete verilen iktidar gücü olarak da tanımlanabilir. Hakimiyetin kişi, hanedan veya bir zümre yerine, bütün millete ait olmasıdır. Millet ise kendini oluşturan kişilerin üstünde, onlardan ayrı ve bağımsız bir varlıktır. Dolayısıyla siyasi iktidarı elinde bulunduranlar, söz konusu iktidarın sahibi değildirler. Bu güçlerini hakimiyetin asıl sahibi olan millet adına kullanırlar. Bu kavram Milli Mücadele liderleri tarafından 1789 Fransız İnsan ve Vatandaş Haklan Beyannamesi’nden alınarak Türk devlet hayatına kazandırılmıştır.

Milletin hakimiyeti kullanabilmesi için bir “meclis”e ihtiyaç bulunuyordu. Bu da Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Mustafa Kemal milli hakimiyet kavramını devlet hayatına geçirirken, Türk milletine istinad ediyordu. Bu anlayıştan hareketle Atatürk ilkeleri denilen sisteme milliyetçilik kavramını almıştır. Mustafa Kemal, milliyetçilik mefkuresini siyasi anlamdan da ayırmıştır.

Son dönemlerde yetişen bilim adamları milliyetçiliği “modern bilime ve marksizme göre milliyetçilik” olarak iki ayrı grupta değerlendirmişlerdir. Modern bilime göre milliyetçiliği sosyolojik, kültürel, ideolojik ve doktriner milliyetçilik şubelerine ayırmak mümkündür.

4- Milliyetçiliğin Tasnifi

a- Sosyolojik Milliyetçilik:

Duyguya, hisse, aşka dayanır. Bir millete mensup fertlerin kendi milletine karşı beslediği bağlılık duygusu ve şuurudur. Sosyologlar, fertlerin mensup oldukları topluluğa bağlılık duygusuna “zümre şuuru, zümre hissi, zümre hissiyati” gibi adlar vermektedirler. Bu şekilde birbirine bağlı fert ve ailelerin, toplulukların duydukları mensubiyet şuuru sonucunda kavimler ve milletler meydana gelmiştir, medeniyetin gelişmesinin ;emelini de bu duygu ve düşünceler meydana getirmiştir.

Atatürk bu konuda şunları söylüyor;
“Biz doğrudan doğruya miliyetperveriz. Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetin dayanağı Türk kültüm ile ne kadar dolu olursa, o topluluğu dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.”
“Milletimiz sahip olduğu vasıfları ve liyakatim, hükümetinin yeni ismiyle, medeniyet dünyasına çok daha kolaylıkla göstermeyi başaracaktır. Türkiye Cumhuriyeti, cihanda tuttuğu mevkie layık olduğunu, eserleriyle isbat edecektir.”

b- Kültür Milliyetçiliği

Bir milletin siyasi, askeri ve medeniyet tarihini, yani hukukundan devlet anlayışına, sanatından ekonomisine kadar bütün alanların, ilmi ölçülere göre incelenmesi ve bu gerçeklerin milletin fertleri tarafından özümsenerek zihinlere nakşedilmesidir.

Mustafa Kemal’in bu konudaki sözleri de bize ışık tutmaktadır;
“Milliyet davası, şuursuz ve ölçüsüz bir dava tarzında düşünülmemelidir. Milliyet davası, siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir mefkure meselesidir.”

Kültür milliyetçiliğinin ön şartı, sosyolojik milliyetçiliktir.Çünkü ruhen ve aşk ile milletini sevmeyen bir insanın, ilmi gerçekleri şuurlu bir şekilde kabul etmesi, benimsemesi düşünelemez. Milliyetçiliğe göre, maddi ve manevi gelişme için milletlerarası kültür alış veriş son derece tabiidir. İnsanların, serbest düşüncenin tabii bir sonucu olan modern bilim ile yeni hakikatlere ulaşacaklarını kabul eder.

c- İdeolojik Milliyetçilik:

Siyasi ve sosyal bir doktrini olan bir hükümetin, parti, dernek veya sendikanın hareketlerin; yön veren düşünce ve görüşler sistemidir. Buna : siyaset veya politika da denilebilir.

Atatürk’ün şu sözleri ideolojik milliyetçiliği çok güzel ifade ediyor; “Bizim milletimiz derin bir geçmişe maliktir. Bu düşünce, bizi elbette altı-yedi yüz yıllık Osmanlı Türklüğünden, Selçuklu Türklerine ve ondan evvelki dönemlerin her birine eşit olan büyük Türk devletlerine kavuşturur. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.

d- Doktriner Milliyetçilik:

Milletlerin, meşru bir yönetim şekli ve belli bir program dahilinde kendi kendilerim yönetme esasına dayanır.

Buna göre, hükümranlık hakkı millete aittir. Hiçbir fert ve grubun millete dayanmayan bir otoriteye sahip bulunamayacağı ve milletlerin kendi kaderini tayın etme hakkına sahip olacağı ilkesidir. Milliyetçilik, sağcı ve solculuğun tamamen dışındadır ve bunlarla hiçbir ilgisi yoktur.

Atatürk şöyle der; “Hakimiyet milletin tamamına aittir. Demokrasi prensibi, milli hakimiyet prensibine dönüşmüştür.” “Mecliste yoğunlaşan milli iradenin fiilen vatanın mukadderatını ele almış olduğunu kabul etmek temci prensiptir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir kuvvet yoktur .”

“Milli iradeye dayanarak Türkiye’nin mukadderatını elinde tutan meşru w müstakil tek hakim kuvvet Büyük Millet Meclisi’dir.”

5- Milliyetçiliğe Düşman Unsurlar:

Milliyetçiliğe düşman olan fikirlerin başında marksizm gelir. ‘Marksizm, modern bilimin ortaya koyduğu şekilde yani, “ortak geçmişi olan ve birlikte yaşama arzusu gösteren insan topluluğu” şeklinde tanımı ve millet kavramını reddeder. Dünya tarihini “sömüren ve sömürülen” sınıfların mücadelesi olarak ele alır. Dolayısıyla milliyetçilik duygu ve kavramını reddeder.

Bunun yanı sıra marksizmin, milliyetçiliği; ırkçılık, şovenizm (kendi milletinin kusurlarını ve başka milletlerin olumlu taraflarını görmeme), irredantizm (Rus, Sırp ve Yahudilerin günümüzde uyguladığı saldırgan milliyetçilik), sağcılık, aşırı sağcılık, Turancılık (dünyadaki Türklerin ortak bir medeniyete mensup olduklarına inanma ve bunlara sempati gösterme) gibi modern bilimin kesin hatlarla birbirinden ayırdığı kavramları kaşıdı olarak tahrif eder ve bunların tamamım milliyetçilik içinde mütalaa eder.

Marksizmin kurucuları Marks ve Engels, Komünist Beyannamesinde millet ve milliyet kavramlarını birer burjuva uydurması olarak gördüklerini ve işçilerin vatansız olduğunu, dünyanın işçiler ve burjuvalar olmak üzere iki sınıfa ayrıldığını öne sürüyorlardı. Marks. 4 Kasım 1864 tarihinde Engels’e yazdığı bir mektupta, Enernasyonal Toplantısında yapacağı konuşmada, “milliyetler” tabiri yerine “memleketler” kelimesini kullanmayı tercih ettiğini belirtiyordu.

Lenin ise, “burjuva milliyetçiliği” adım verdiği milliyetçiliğin, bir milletin işçileri, proleterleri ile burjuvalarını bir araya getirişinden ve çeşitli milletlerin proleterlerini birbirinden ayırışından yakınır. Lenin, “liberal burjuva milliyetçiliği”nin sınıf mücadelesine karşı silahının “milli kültür” olduğunu ve bunu bir burjuva hilesi olarak kabul ettiğini belirtir. Lenin’e göre milli ve manevi değerlerin kaybedildiği bir kültür meydana getirilmesi esastır. Bu da ancak proleter kültür olmalıdır.

Diğer taraftan marksist liderler uygulamada, mensup oldukları milletin refah ve mutluluğu için, marksizmi bir araç, bir paravan veya örtü olarak kullanmışlardır. Uygulamada ise Lenin, Rus milletinin, Mao, Çîn milletinin mutluluğunu her şeyin üstünde tutmuşlardır.

Atatürk, komünizm konusunda o önemde milleti bakınız nasıl uyarıyor!

“Biz ne Bolşevik, ne de komünistiz. Ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü, biz milliyetçi ve dinimize hürmetkarız.”
“Memleketimizin hali, sosyal sanılan, din ile milli ananelerinin kuvveti, Rusya’daki komünizmin bize uygulanmasına imkan olmadığı kanaati doğurmuştur.!’

6- Yüzyılımızın Yükselen Değeri Milliyetçilik ve Türkiye:

a- Milli Hakimiyet:

Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkmış ve başkenti ile topraklarının tamamına yakını galip devletler tarafından işgal edilmeye başlamıştı, imzalanan Sevr Anlaşmasıyla Türkler’e Orta Anadolu’da küçük bir toprak parçası layık görülmüştü. İşte bu şartlar altında ordu mensuplarının liderliğinde ve sivil kadroların da iştirakiyle Anadolu’da Milli Mücadele başlatıldı. Asker ve sivil kadroların birleştiği ana nokta. Türk vatanının düşman işgalinden bir an önce kurtarılması gerçeğiydi. Türk vatanı ise, temelleri Erzurum Kongresi’nde atılan ve Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda ilan edilen “Misak-ı Milli” idi. Misak-ı Milli sınırlan içerisinde yaşayan Türk milletinin kayıtsız ve şartsız milli hakimiyetini sağlama düşüncesi, milliyetçi liderlerin başlıca gayesi durumuna gelmişti. Bu hareketin çekirdek kadrosunun başına Mustafa Kemal getirildi ve kendilerine de “Kuvay-ı Milliyeciler” denildi. Mustafa Kemal Paşa, arkadaşlarının görüş ve düşüncelerini her fırsatta açıklıyordu. Biz de Mustafa Kemal’in görüşlerini esas alarak konunun tespitine çalışacağız.

Mustafa Kemal’e göre Milli Mücadele’nin asıl gayesi işgal altında vatan topraklarını düşmanlardan kurtarmak ve bu topraklarda milletin hakimiyetini sağlamaktı. Sürdürülen çetin mücadeleler sonucunda kurulan devlet teşkilatına ve onun düzenine ait bir Anayasa vazedildi. Çünkü, “Türk”ün haysiyet, izzet-i nefs ve kabiliyeti çok yüksek ve çok büyüktü. Böyle bir milletin esir yaşamaktansa ölmeyi tercih edeceği, dolayısıyla temel parolası da ya istiklal ya ölüm olmuştu. Mustafa Kemal, Mülkiye Mektebi öğrencilerine hitaben yaptığı bir konuşmada, Türk milletinin hedefini şu şekilde açılıyordu. “Her Türk ferdinin son nefesi, Türk milletinin nefesinin sönmeyeceğini, onun ebedi olduğunu göstermelidir. Yüksek Türk! Senin için yükseklik hududu yoktur. İşte parola budur.”

Milli Mücadele liderleri Osmanlı Devleti’nin yıkılmaya yüz tuttuğu bir dönemde ortaya çıkarak, Türk milletine düşman unsurların devleti ortadan kaldırma ve bu devletin asli unsuru olan Türkleri imha etmekten başka bir düşünceleri olmadığını her yerde anlattılar. Bu gerçek karşısında Türk milleti yeni bir iman ve azimle devleti kurmaya muvaffak olmuştur, kurulan bu devletin dayandığı asıl temel de “istiklal-i tam” ve “bilakayd-ü şart hakimiyeti milliye”den ibarettir. Türk milleti son derece zor şartlarda elde ettiği bu hakimiyetin bir zerresini dahi feda etmemekte kararlıdır.

b-Millet Anlayışı:

Milli Mücadele liderlerine göre, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların tamamına “Türk milleti” deniyordu. Mustafa Kemal milleti hakkında düşüncelerini şu şekilde özetliyordu: “Türk milletinin cedd-i ilası Türk namındaki insan, Nuh Aleyhisselam’m oğlu Yafes’in oğlu olan zattır. Türkler 15 asır evvel Asya’nın göbeğinde muazzam devletler teşkil etmiş ve insanlığın her türlü kabiliyetine tecelligah olmuş birer unsurdur. Sefirlerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın sefirlerini kabul eden bir Türk devleti, ecdadımız olan Türk milletinin teşkil eylediği bir devlet idi.”

Mustafa Kemal’in burada sözünü ettiği “Türk” hakkındaki bilgiler, destanlara dayanıyor. Bu yönde tarihi bir belge mevcut değildir. Ancak, Hunlar Çin elçilerini, Göktürkler de Bizans elçilerini kabul etmişlerdir, bu tür bilgiler tarihi kaynaklarda mevcuttur.

Mustafa Kemal ve arkadaşları Milli Mücadeleyi başlattıklarında maddi güçten yoksun bulunuyorlardı. Ancak son derece büyük bir zenginlikleri vardı. Bu da “Büyük Türk milletinin asaletinden doğan yüksek ve manevi bir kuvvetti ve bu kuvvete, yani Türk milletine güvenerek” işe başlamışlardı. Bu kuvvetse, milli sınırlar içerisinde kurulacak yönetimin Erzurum Kongresi’nde temelleri atılan hakimiyet-i milliye esaslarının uygulanmasını ve bu yönde teşkilatlanmasını istiyordu. Türk milliyetçileri sor ve çetin mücadeleler sırasında ortaya çıkan milli mevcudiyetin temelini, milli şuur ve milli birlikte görüyorlardı.

Uyanan bu milli birlik ve milli şuurun bir itici güce ihtiyacı vardı. İşte bu güç Türk birliğinin kudret ve kabiliyeti ile Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesi olarak Türk ordusunu ortaya çıkarmıştı. Mustafa Kemal’in söyleşiyle, Türk ordusu “Türk topraklarını ve Türk idealini tahakkuk ettirmek için sarf etmekte olunan sistemli çalışmalım yenilmesi imkansız teminatı” olarak görülüyordu.

c- Cumhuriyetin Hedefi: Demokrasi

Milli Mücadele liderleri, içinde bulundukları ağır şartların tahlilini iyi yapmışlardı. Bu yüzden şartların gereğini yerine getirmek için yoğun bir tempoda göre yapıyorlardı. Mustafa Kemal’e göre “yeni Türkiye’nin eski Türkiye” ile bir alakası yoktu. Ancak milletin değişmediği ve yeni devlerin, eski devleti meydana getiren ana unsur olan Türk milleti tarafından kurulduğunun da şuurundaydı. Yeni kurulan devletin yönetim şekli bu dönende çeşitli tartışmalara yol açmıştı. Mustafa Kemal Paşa, bir Fransız dergisine erdiği demeçte yeni devletin rejimini şu şekilde özetliyordu:

“Şurası unutulmamalıdır ki, bu tarz-ı idare, bir Bolşevik sistemi değildir. Çünkü biz ne Bolşevikiz, ne de komünist, ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü biz milliyetperveriz ve dinimize hürmetkarız. Hülasa bizim şekl-i hükümetimiz tam bir demokrat hükümettir.”

Mustafa Kemal, yeni rejimin ana ruhunu bu şekilde özetliyordu. Nitekim Türkiye’de yaşayan insanlar ırken ve dinen, kültür yönünden bir ve beraberlerdi. Bu itibarla birbirlerine karşı son derece saygılı, gelecekteki ortak çıkarların bir arıda ve birlikte olduğunun farkındaydılar.

Mustafa Kemal, yukarıda da izah edilmeye çalışıldığı gibi, “Türk milleti” fikrinde ısrarla durmuştur. İthal malı gibi gözüken görüşlere de “Ne mutlu Türk’üm diyene” vecizesi ile anlamlı cevap vermiş ve Türk damgasını vurmuştur. Dil, tarih, medeniyet, sanat, ekonomi ve siyaset gibi alanlarda her türden değerin millileşmesi için çaba harcamıştır.

Alparslan Türkeş, bu değerler manzumesi ortamında yetişmiş, dünya görüşüne, hareket tarzına, duygu ve düşüncelerine işte bu milli değerler yön vermiştir.

7- Türkeş’in Milliyetçilik Anlayışı:

Türkeş, Türk milletinin yeni bir yolun yolcusu ve yeni bir kaderin sahibi olması gerektiğini düşünüyordu. Bu yeni yol, Türkiye’yi bilimde, ahlakta, teknikte ve sanayide yeryüzünün en ileri ülkesi yapmak isteyenlerin yolu olacaktı.

Türkeş, tıpkı Orhun Kitabelerindeki gibi, geceyi gündüze katıp emek harcayarak, ter dökerek kendi düşünce eserlerini meydana getirecek ve Türk milletini kökünden koparmadan, bilimde, sanatta kanatlandırıp çağlar üzerinden uçuracak gerçek aydınlara ihtiyaç duyulduğuna işaret ediyordu.

Türkeş, bunun için sadist Slav marksizmine veya soğuk Anglo-Sakson kapitalizmine sarılmaya gerek olmadığını, üçüncü bir yola ihtiyaç duyulduğunu belirtti. Ülkede sosyal adaleti ve Türk milletinin toplum olarak büyük bir hızla kalkınmasını sağlayacak yüzde yüz yerli ve milli bir doktrin olması gerektiğini vurguladı. Bu doktrinin ruhunu “Her şey Türk milleti için, Türk’e doğru ve Türk’e göre” prensipleri teşkil etti. İşte Türkeş’in o ünlü “9 Işık Doktrini” bu düşüncelerin ürünüdür.

Türkeş Türkiye’de yaşayan ve Türklüğü benimseyen, aynı kültürle yoğrulmuş, aynı dine mensup insan topluluğunun Türk milletini teşkil ettiğine inanır. Bu sınırlar dışında yaşayanlarla birlikte çok büyük ve geniş bir aile olan Türkler’in, temel varlığı ve meselelerin çözüm yeri ve sahibi olarak Türkiye’yi gördüklerine inanır. Bu bakımdan Türkiye’nin birinci planda ele alınması, korunması ve yüceltilmesinin başlıca konuyu teşkil ettiği görüşündedir.

Alparslan Türkeş’e göre Türk milliyetçiliğinin temel görüşünü şu şekilde özetlemek mümkündür.

“Türk milletinden olmak, Türk milletini sevmek ve Türk devletine sadakatle hizmet aşkı taşımak, vatan bağlılık duygusu içinde bulunmak ve Türk milletinin yükselmesi için elinden gelen her fedakarlığı yapmak ve çalışmak duygusu ve şuurudur. Bu duygu ve şuuru taşıyan herkes Türk’tür. Kalbinde yabancı başka bir milletin özlemini, özentisini taşımayan, kendisini Türk hisseden, Türklüğü benimseyen ve Türk milletine, Türk devletine hizmet aşkı taşıyan herkes Türk’tür.”

Türkeş’in milliyetçilik anlayışının temelinde, Türk milletine karşı beslenen derin sevgi yatmaktadır. Türkeş;

“… Bizim milliyetçiliğimiz, Türk milletine karşı duyulan derin ve köklü bir sevgi ve Türk milletinin içinde bulunduğu müşkül durumdan bir an önce en modern, en ilmi metotlarla çıkarılarak en kısa yoldan modern uygarlığın en ön safına geçirilmesini sağlama duygusundan kuvvet alır” der.

Türkeş’in ortaya koyduğu Türk milliyetçiliği anlayışında, başka milletlere karşı kin ve nefrete, gareze, öfkeye yer yoktur. .Türk milletine duyulan derin sevgi esastır.

Türkeş’in Türk siyasi hayatına kazandırdığı ve kitleleri derinden etkilediği milliyetçilik anlayışının yanına “Türkçülük” kavramını da oturtmak gerekir.

“Milliyetçiyiz, Türkçüyüz. Neden Türkçüyüz? Çünkü milletimiz Türk milletidir. Türkçülük Türk milletinim hayatının her safhasında yapacağı her şeyin Türk ruhuna, Türk geleneğine uygun olması ve Türk’e yararlı olması amacının, fikrinin ön planda tutulmasıdır.”

Alparslan Türkeş’teki bu yüksek manevi anlayış, Ülkücülüğü doğurmuştur. Türk muhitini en kısa yoldan, en kısa zamanda modern uygarlığın en üst seviyesine çıkarma, mutlu, müreffeh, bağımsız, hür ve kendi haklarına sahip bir hayata kavuşturma ideali Türkeş’in ülküsünü oluşturur.

“Bizim ülkücülüğümüz, daima gerçekçi olmayı ve girişilecek faaliyetlerde Türkiye’yi “hiçbir zaman tehlikelere, risklere, maceralara sürüklemeyecek bir yol üzerinde bulunmayı esas kabul eder.”

Alparslan Türkeş’e göre Türk milletinin “kutlu güç kaynaklarının” başında İslamiyet, milliyetçilik ve Türkçülük gelmektedir. Ayrıca birlik, beraberlik, iç barış ülküsü, cihan devleti kurabilme özellik ve kabiliyeti de Türk milletinin temel özellikleri arasında yer alır.

Türkeş, ülküsünü, idealini, sevdasını, aşkını bilim adamları, aydınlar ve gençlerle paylaşmıştır. Özellikle de gençlere hitab ederken Bilge Kağan gibi; “Ey Türk! Titre ve kendine dön” diye kükremiş ve bu dönüş iki bine iki kala en yüksek temposuna ulaşmıştır. Gençleri, aydınlan sevdasına ortak olmaya, yeni ufuklara çağıran Türkeş, Ülküsünü Bilge Kağan’dan, Kür-Şad’ın izinde Anadolu’ya kazımıştır:

“Ben Türk milletini:
Sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye,
Rüşvet, hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine,
Ahlaktan mahrum bir hürriyete,
Tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir ekonomiye çağırmıyorum.
Türklük gurur ve şuuruna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısaca hak yolu, hakikat yolu, Allah yoluna çağırıyorum. Modern medeniyetin en ön safına geçmek üzere çağlar üzerinden sıçramaya çağırıyorum. Hareketin adını isteyenlere açıkça ilan ediyorum:
Yeniden maneviyata dönüş…
Türk aydınları, Türk gençliği, buluşma yerimiz Büyük Türkiye’dir.”
Türkeş, ömrünü Türk milletine adamıştı. O’nun milliyetçilik anlayışı, yüksek ahlâkı, maneviyatı, elbette bu satırlara sığdırılamaz. O bir “Bozkurt” idi. O’nun heyecanını, ülküsünü duyabilmek, yaşayabilmek, O’nu öğrenip anlayabilmek önemlidir.
“Dün Ergenekon şeddinden geçerken önümüzde bir Bozkurt vardı. Bugün Türklük için en iyiyi, en güzeli her ne pahasına olursa olsun elde etme mücadelesine binlerce Bozkurt olarak yürümekteyiz, yarın ise hür ve mesut ufuklara doğru milyonlarca Bozkurt olarak koşacağız.”

8- Türkeş’in Siyasi Hayatından Kesitler

Bugün 60’lı yaşların üstünde olanlar, yani babalarımız, savaş, açlık, kıtlık, karne dönemlerini görmüşlerdir. Bu kuşak, zor yılların da etkisiyle, yalnızca yaşayabilmeyi, hayatta kalabilmeyi, daha açık söyleyişle midelerini düşünmüşlerdir. Bundan dolayı kendileri hiçbir zaman suçlanamaz.

Türkeş, Türk milletinin bir siyasi parti etrafında toplanması gerektiğine inanıyordu. Sürgün dönüşü ayaklan havaalanında vatan topraklarına değer değmez bu düşüncesini hayata geçirmek için çalışmalara başladı. Türk gençliğine Türk milliyetçiliği konularında bir öğretmen gibi dersler verdi. Gece gündüz çalıştı. Yorulmadı, yılmadı, yüksünmedi. Çalıştı, çalıştı, çalıştı… İhanetlere uğradı, terk edildi, yalnız bırakıldı. En yakınlarından Türk milleti uğruna şehit verdi. Ama o çelikleşmiş iradesiyle, engin fikirleriyle her zaman çalıştı. Yılmadı…

Türk milletinin yeni bir ruhla silkinmiş evlatlara ihtiyacı vardı. Türkiye, 1960’ların özellikle ikinci yarısından başlayarak, 70’li yılların ortasına kadar unutturulmuş olan “Türk” kimliğiyle yeniden tanıştı. Türk milletinin kalkınmış Ülkeler seviyesine çıkabilmesi için milli kimliğin hakim kılınması ve yetişen gençlerin Türk olduğunun idrakinde olması gerekiyordu. Türkeş’in Türk milletine ve Türk gençliğine hatırlattığı vasılların başında “Türk milliyetçiliği” gelmektedir.

“Bizim Türk milliyetçileri olarak davamız, Türk milletinin varlığını yüceltmek ve ebediyyen devam ettirmek davasıdır. Bu fikrin, bu davanın üstünde başka hiçbir fikir, başka bir dava yer alamaz.”

Türkeş, “Türk” milletine mensup olduğunun şuuruna varan gençlere 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren dinlerini hatırlatmıştır, “İslam ahlâk ve fazileti” olarak tarif ettiği İslam dininin bütün gençlerin yüreklerinde duymasını sağlamıştır. Şüphesiz Türkeş, Balıkesir yöresi Türkmen aşiretlerinden Çipniler’in MHP’ye ilhakı dolayısıyla yaptığı bir konuşmasında, Alevi vatandaşların da MHP’ye katılması gerektiğini ve Türk-İslam ülküsünü hayata geçirmek isteyen tek partinin MHP olduğunu söylemişti. Türkeş bu konuşmasını, “Yolumuz Allah yoludur” diyerek bitirmiş ve Alevi-Sünni ayırımının Türk mille! ine yapılabilecek en büyük kötülük olduğunu belirtmişti. Bu açıklamadan sonra Alevi vatandaşlarımız kitleler halinde MHP’ye iltihak etmişti.

Gerçekten de o yıllarda Türkiye sağcı-solcu, Alevi-Sünni, ilerici-gerici olarak bölünmeye parçalanmaya çalışılıyordu. Komünistler bazen Atatürkçülük maskesi ardına sığınarak, bazen de halkların, işçilerin, emekçilerin ezildiğini öne sürerek bunları kendilerine kılıf yapmak suretiyle, Türk milletine yönelik saldırıları hep cepheden sürdürüyorlardı.

Türkeş ise o dönemde ortaya çıkarak, “Biz ne sağcıyız ne solcu, Türk milliyetçisiyiz. Ancak, halkın anladığı manada sağcı olabiliriz. Türk mîlletini ve vatanını kamplara bölmeyin. Sesimize kulak verin. Bu kavga sağ-sol kavgası değildir, bir dış saldırıdır. Demokratik rejime yönelmiştir. Ülkeyi yıkmak istiyorlar” demişti.

Ancak o kara dönemde bazı çevreler bu sese kulak asmıyorlardı. Hem içeriden hem de dışarıdan pek çok işbirlikçi, Türkeş aleyhine kampanyalar, yürütüyorlardı. Faşist dediler, Irkçı dediler. Kafatasçı dediler. Fakat o bunların hiçbirisinden yılmadı. Çünkü söylenenlerin hiçbirisi değildi. O Türk milletinin “Başbuğu” idi.

Yerli ve yabancı ihanet şebekelerinin ve gafillerin uzantıları Türkeş’i yıkmak, Türkeş’i karalamak, Türkeş’i yok etmek için türlü oyunlara başvurdular. O bunların hepsini zamanında öğrendi. Gereken tedbirleri aldı.

Çünkü Türkeş, Türk milletine güveniyordu.

Türkeş gür sesiyle millete yaptığı çağrıyı sürekli tekrarlıyordu: “Bizleri milliyetçi Türkiye’ye götürecek ana ilkeler, temel hedefler Dokuz Işık Doktrini’nde gösterilmiştir. İdeolojimiz, çağın en dinamik ideolojisi, Türk milliyetçiliğidir. Dokuz Işık Doktrini ve Türk milliyetçiliği ideolojisini sizlere takdim ediyorum. Bunları sonuna kadar savunacak, Türkiye’nin en ücra köşesine kadar yayacaksınız.”

12 Eylül harekatıyla Türk milliyetçilerinin kervanı basıldı. Kervan yağmalandı. Çünkü Türkeş iktidara yürüyordu. C-5 tezgahından pek çok ülkücü geldi geçti. Kışın zemherisinde çırılçıplak soyularak gecenin karanlığında kilometrelerce yürütülen Ülkücüler vardı. Elektriğin tuzlu acısını hücrelerinin her zerresinde hisseden Ülkücüler vardı.

Türk milleti için çekilen acılara, sıkıntılara, ayrılıklara, gözyaşına rağmen, Türkeş yılmamıştır. Tutsaklık günlerinden sonraki bir görüşmede, şöyle diyordu:

“Dünyanın her yerinde Türkler yaşamaktadır. Dünyanın dört bir yanına dağılan, dal budak salan Türkler’i, önce bulundukları yerlerde teşkilatlandırmak gerekir. Ardından bu teşkilatlar yılın belli gününde bir araya gelip “Dünya Türkleri Kurultayı” tertiplenmelidir. Bunu Yahudiler, Ermeniler, Çinliler, Yunanlar ve daha pek çok millet yapıyor. Türkler’in büyük bölümü ise esirdir…”

Türkeş, basılan kervanı, yabalanan kıymetleri yeniden toplarlamak için gece gündüz çalıştı. Yok olan teşkilatı yeniden toparladı. Türkmen atasözünü ne güzel söylemiş: “Göç yolda dizilir…”

“Emanet olunan davayı kucakladım. Hiç arkama bakmadan, tereddütsüz, hiçbir şeye aldırmadan yürüyorum. İleriye doğru yürüyoruz. Hızlanıp koşmak gayreti içindeyiz.. Koşacağız. İleriye gittikçe geride kalmayıp, beni takip edin. Bu mücadelede her hangi bir sebeple ben düşersem bayrağı kapın, daha ileriye gidin.”

1991 yılında yapılan seçimlerde Türkiye yeni baştan nefes aldı.

Ancak Türkiye’nin bütünlüğü tehlikedeydi. Milletin birlik ve beraberliğine kasteden hain çeteler yine sahnedeydi. Vatandaşlarımız-her gün ölüyordu. Askerimiz, polisimiz şehit ediliyordu. Ülkede Türk-Kürt ayrımı yapılıyordu. Alevi-Sünni çatışması körükleniyordu. Türkiye; güzelim vatanımız, birkaç cepheden kamplara ayrılmak isteniyordu. Anaların gözyaşı dinmiyordu. İki aylık kundaktaki bebelerin üstüne şarjörler boşaltılıyordu. Oyun aynıydı: “Parçala-birbirine vurdur-kırdır…” Dün oynananlar aynıydı. Oyuncular da aynıydı. Türk milletine ve Türkiye’ye melanetlerini kusanlar, bugün de aynı.

Geçmişte bunların sebebi olarak gösterilen MHP ne yapıyordu? Türkeş’in yıllar önce ortaya koyduğu gerçekler, artık devlet politikası haline gelmişti. Türkeş’i zindanlara koyanlar, O’nun görüşlerini, reçetelerini uyguluyorlardı.

Türkeş’e karşı en haksız, en ağır ithamlarda bulunanlar, Türkeş’ten bir özür bile dilemediler. Türkeş ise, böyle bir şartı elinin tersiyle itiyordu.

Türkeş bunlara ne dedi:

“Türkiye’nin dışında Türkler var. Türkiye kardeşlerinin hürriyet ve müstakilliğini kazanabilmesi için her yola başvurmalıdır.”,

Anadolu’da yaşayan Türkler varlık mücadelesini verirken, bütün Türk Dünyası’nın varolma savaşım sürdürürken, ayıplanan, suçlu görülen, ırkçı denilen, Turancı(!) diye horlanan Türkeş, herkesin Türk cumhuriyetleri ile kucaklaşmasını, hatta bunun yeterli olmadığını söyleyerek hükümetlere yüklenilmesini, sitem edilmesini sevinçle karşıladı. Bunun yanısıra hiçbir zaman gurura kapılmadı. Çünkü O Başbuğu idi, Türk milletinin Başbuğu…

Türk töresine göre, babanın sağlığında evladın malı olmaz. Evlatlar, babanın sağlığında hiçbir hak iddia edemezler. Ancak ölüm hak, miras helaldir. Ata ise, evlat için can kadar azizdir, kutsaldır. Çünkü insanın babasını seçme hakkı bulunmadığı gibi, yeni bir ata elde etmesi de mümkün değildir. Bu durumda evlada düşen, babasının dizi dibinde oturup, onun ağzından çıkacak her sözü emir belleyip harfiyyen yerine getirmektir. Tabii bu söylediklerimiz, Oğuz töresini içine sindirenler içindir. Türklerde töreler her şeyden üstündür.

Töreleri aziz bilenler, Türkeş’in dizinin dibinden ayrılmadılar. Çünkü O’na inanmışlardı. Türkeş’e güvenmişlerdi.

Türkeş, devlet adamlığının gereklerini yerine getirerek Türk milletinin dertlerine çareler üretmeye devam ediyordu. Kamuoyundan büyük bir destek sağlamıştı. Yapılan yoklamalarda en önde çıkan Türkeş’ti. Türkeş, işi sıkı tutuyordu. Her fırsatta kervanı basmak isteyen uğrulara karşı daima uyanık, ihtiyatlı, tedbirli ve zinde olmuştur, Türk milletine yaptığı çağrılarda, Hacı Bektaş Veli’nin buyurduğu gibi “Gelin canlar bir olalım” diyordu. Ancak çaşıtlan, uğruları, iblisleri, kırmızı sakalları çok iyi tanıyordu. “Gel kim olursan ol gel. Tövbeni yüz bin kere bozmuş olsan da yine gel” demiyor muydu Mevlana? Türkeş Halil İbrahim sofrasıydı. Gelenler kim olursa olsun, ancak kısmeti kadar alabilirlerdi bu Yesevi Ocağı’ndan.

Türkeş’in ocağında hafız kadar duru berrak zihinler, dimağlar, Yusuf yüzlüler vardı. Çetin günlerde her türlü zorluğu gül bahçeli otağlara çevirmişlerdi. Bunu başaran isimsiz kahramanlardı. Gel, kim olursan ol yine gel: “Yel kayadan ne alır?”

Türkeş, tutsaklık günlerinin sonunda söylediği hayaline nihayet kavuşmuştu. Bir 21 Mart gününde, Bozkurtlar Ergenekon’dan yine çıkmışlardı. Bu Nevruz gününde, başta yine o vardı. Hem de en başta yürüyordu. Antalya’da bir araya gelen Türk Dünyası’nın aksakalları, liderleri, aydınları, okumuşları, ozanları, yöneticileri… hepsi hepsi oradaydılar. Onlar Başbuğlarını selamlamaya gelmişlerdi: “Selam sana Başbuğum.” Nevruz gününde, Ulıstın Ulu Kününde, o aziz günde, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne, Sibirya’dan Hint ülkesine, mağrıbtan maşrıka kadar bütün Türk Dünyası’nın elçileri, Başbuğ’u selamlamaya koşmuşlardı. Yere diz vurup baş eğdiler. “Selam sana Başbuğum…”

Başbuğ bir bilge kişiydi. Başbuğ bir erdemli kişi idi. Başbuğ bir koca kişi idi. Başbuğ bir aksakal idi. Başbuğ bir dünya lideri idi. Başbuğ bir kor ateş idi. Başbuğ bir yumuşak ipek idi. Başbuğ bir yürek idi. Başbuğ Bozkurtlarını kucaklayan bir çift kol idi…

“Değerli dava arkadaşlarım. Türkiye’nin bugün her dönemden daha çok birliğe ve beraberliğe ihtiyacı vardır. Ayrılık tohumları ekenlere karşı, hassas olalım. Birlik, beraberlik, sabır, hoşgörü, sevgi ve kardeşlikten yana olalım. Kutsal davamızı ileri götürmek için canla başla çalışalım. Allah yardımcımız olsun.”

Başbuğ böyle diyor, emrediyor. Bozkurtlar, dün olduğu gibi, bugün de yarın da Türkeş’in arzularını emir kabul edip, açtığı yoldan, onun önderliğinde kutlu yarınlara adım adım ilerleyeceklerdir. Çünkü Ülkücüler söz vermişlerdir. Ülkücüler sözünün eridir. Türkeş’in diktiği Kızılelma tuğunu kapıp yükseklere, daha yücelere taşımak için yarış içerisindedirler.

9-Sonuç

Başbuğ, Etlik Kasalar’daki bir mitingde, Bozkurtlar’ın azim ve iradesi, milletin kararlılığı ile komünizmin çöktüğünü anlatıyordu. Kızılelmayı ise Saraybosna’ya, Kafkaslar’a, Tanrı Dağları’na, Ötüken’e diktiğini söylüyordu. Türkeş, Türk milletinin önündeki en önemli zorluğun, “cahillik” olduğunu vurgulayarak, buna karşı savaş açtığını ilan ediyordu: “Bilge kişiye bilgili Bozkurt gerektir.” Türkeş, diyordu:

“Çöken marksizm karşısında Turan bayrağı yükselmektedir.”

Dr. Mustafa G. YILMAZ